Cengiz Çevik’le Söyleşi
9 ay önce
Seneca önemli bir düşünür. Doğa Araştırmaları ise onun önemli yapıtlarından biri. Bir Latin klasiğinin, hatta bir “temel kitap”ın ancak 2014’te Türkçeye çevrilmiş olmasını neye bağlıyorsunuz? Neler kaybettik, neler kazanacağız?
Sorunu sadece Eskiçağ metinlerine olan ilgisizlikle ya da bilinçsizlikten kaynaklanan özensiz yakınlıkla bile açıklayabilecekken, genellemeyi tercih ediyorum. Genel olarak olayları neden-sonuç ilişkisi bağlamında değerlendirip, Seneca’nın Doğa Araştırmaları’nda yaptığı gibi causa causarum’u (nedenlerin nedeni) aramak ve bu arayışı Sokratik bir duyuşla daimî kılmak gibi bir alışkanlık yok. “Bunun nedeni şu, şunun da nedeni şu… dolayısıyla en baştaki unsuru anlayabilmek için bütün nedenleri, ulaşabildiğim en eski nedene varıncaya dek araştırmalıyım” demek zor geliyor, tarih ve edebiyat unsurlarını gökten zembille inmiş, geçmişle bağı olmayan, bağımsız birer “ada” gibi (“soyutlama, dışlama” anlamında kullandığımız “izole” kelimesi batı dillerindeki muadilleri gibi Latincede “ada” anlamına gelen insula’dan geliyor) görme eğilimi ya da tembelliği var. Bu durumun da burada üzerinde duramayacağımız kadar çok sosyo-kültürel ve tarihsel nedeni var.
Konumuza gelirsem, ülkede felsefe ya da edebiyat üzerine akademik eğitim gören ve çalışan çok insan olsa da, genelde çalışma teması olarak belirledikleri Yeni Çağ’a ait ya da çağdaş örneklerin Yunan-Roma dünyasının felsefe ve edebiyat deneyimiyle kurdukları ilişkiyi tam kavrayamıyorlar. Bunun başlıca nedeni, elbette köken dilleri olarak değerlendirilen Yunanca ve Latinceyi bilmemeleri, dahası bu dillerin içinde serpildiği kültür ortamını layıkıyla inceleyip anlayamamalarıdır, dolayısıyla okuyup üzerine yorum yaptıkları metinlerle kurdukları ilişki yüzeysel kalabiliyor. Demem o ki, Seneca’dan etkilenmiş olan bir Renaissance yazarı ya da bir Aydınlanma filozofu üzerine çalışıyorsanız, Seneca’nın metinlerini Latince okuyabilmeli ve onun yaşadığı dönemi bilmelisiniz, zira ilişki kurduğunuz yazar böyle yapmış. Ben bunu bir klasik filolog hassasiyetiyle söylüyorum, bu hassasiyetin temel gereği metin çözümlemesiyle yazarın kafasının içine girmek, ona satırları yazdıran düşün süreci ve birikimini olabildiğince gedik bırakmadan kavramaktır, böylece metnin ilk yazıldığı haline yüzyıllar sonra bile dokunma olanağını yakalamış olursunuz. O ilk hale dokunmak salt akademik ya da sadece filolojik bir kaygı da olmayabilir, hayatım boyunca tanıdığım ciddi okurlar oldu, onların da bir kısmının bahsettiğim bu kökensel okuma gereğini alabildiğine hissettiğini gördüm, zira okuma serüvenleri dağcının zirveye çıkarken deneyimlediği serüvene çok benziyordu, katettikleri yolu salt kattetikleri için önemsiyorlar ve okudukları kitapların yazılış serüvenine dahil oluyorlardı. Bütün batı felsefesi ve edebiyatına (ve hatta kültürüne) bu perspektiften bakıyorum, önümde bir kitap varsa, hangi dönemde yazılmış olursa olsun öncesiz değil, geçmişe ve geleceğe tutturulmuş.
İ.S. birinci yüzyılda yaşamış olan Seneca da geçmişe ve geleceğe tutturulmuş, kitapları Türkiye’de nispeten okunmuş ve tanınmış bir Eskiçağ düşünürü, ne yazık ki onun kadar şanslı olmayan çok sayıda çağdaşı, öncülü ve ardılı var. Ahlak Mektupları (Epistulae Morales), önemli tragedya eserleri, Ruh Dinginliği Üzerine (De Tranquilitate) ve Öngörü Üzerine (De Providentia) başlıklı iki felsefe eseri Türkçeye çevrilmişti. Bunların hepsi Latince aslından yapılmış çeviriler olup okuyucular için güvenilir kaynaklardır. Doğa Araştırmaları (Naturales Quaestiones) ise daha önce hiç tümüyle çevrilmemişti. Ancak Prof. Dr. Çiğdem Dürüşken eserin deprem konusunu inceleyen altıncı kitabının bir bölümünü Cogito dergisinin Deprem özel sayısı için, ben de Kutadgubilig. Felsefe-Bilim dergisinin bir sayısında birinci ve üçüncü kitapların önsözlerini, başka bir sayısında ise dördüncü kitaptaki Nil nehriyle ilgili anlatımı çevirmiştim. Elbette metnin daha önce tümüyle çevrilmemiş olması bir eksiklikti, bugün bu eksiklik giderildiği için mutluyum, zira ne kadar çok yorumlu ve dipnotlu olursa olsun ya da seçtiğiniz kısım ne kadar önemli olursa olsun, eserin çevirdiğiniz kısmı okuyucunun yazarın o eseri yazarken deneyimlediği serüvene ortak olmasına yetmez. Bazen okuyucu hiç ummadığı bir yerden bir ipucu, bir heyecan kıvılcımı yakalayabilir, Doğa Araştırmaları da böyle bir eser, içinde heyecan verici çok fazla konu ve anlatım var.
Bugün rüzgârlar, depremler, yağmurlar gibi doğa olayları hakkında bilimsel bilgilere sahibiz. Bu açıdan bakınca, iki bin yıl önce yazılmış bir kitabı neden okuyalım ki? Kitapta tarihî olaylara yapılan birçok gönderme var. Seneca bu konuda güvenilir biri midir?
Bilimsel bilgiden ne anlıyoruz? Bence bu soruyla başlamak gerekiyor. Genelde bilimsel bilgi sınıflandırmasının dört niteliği vardır: (1) Yöntemi önceden belirlenmiş olan bağımsız ve nesnel araştırmayla edinilmiş olması, (2) dikkatli inceleme ardından yayınlanması, (3) olası hataya ve düzeltmeye açık olunması ve (4) çalışmanın bilim camiasında kabul görmesi. Yunan ağırlıklı olmak üzere Eskiçağ biliminde de bilimsel bilgi olarak yorumlayacağımız veriler, kendi dönemlerine özgü ölçü ve imkanlara uygun olarak bu dört niteliğe sahipti. Ancak o dönemdeki bu çalışmalardan bahsederken onların doğa araştırmaları yani “fizik” olduğunu belirtmemiz gerekir. (Türkçedeki “fizik” Yunancada “doğa” anlamına gelen ϕύσις kelimesinden türemiş ϕυσικός’tan gelir.) Doğada araştırılansa öncelikli olarak “görünen şeyler” yani ϕαινόµενα’dır (Türkçesiyle “fenomenler”), bununla birlikte görünen şeylerin ardında yatan metafizik unsurlar da aynı dönemin kendi ölçü ve kabulleri bağlamında, filozof ya da felsefe ekolünün kendi yargısının eleğinden geçerek bu araştırmalara eklemlenebilmiştir. Örneğin Thales’e göre her şey sudan gelir ama yine her şey tanrılarla doludur, bu sadece bir örnek ama Eskiçağ Yunan-Roma’sında gördüğümüz pagan dininde “görünen nesneler âlemi” ile bugün ilkin saklı olduğunu düşünmeye meyledebileceğimiz tanrılar aleminin iç içe geçmişliğini iyi örnekliyor. Elbette filozoflar ve felsefe ekolleri arasında doğa bilgisine ilişkin fikir ayrılıkları var, zira siyasî ve tarihî koşulların değişmesiyle doğa araştırmacılarının bir araya gelip tartışma imkânı geniş bir coğrafyaya yayılıyor, bilhassa İskender’in doğu fetihleri ve Yunan kültürünü oraya taşımasıyla. Bilhassa biyoloji ve astronomi konusundaki teorileri Ortaçağ ve hatta Renaissance ile Aydınlanma dönemine kadar savunulmuş olan Aristoteles’in sahneye çıktığı bir dönem bu. Yine Elementler’i yazan Euclides’i, yeryüzü yayını ölçen Eratosthenes’i ve daha nicesini görürüz bu dönemde. Bütün isimleri ve ekolleri burada sıralamamızın imkânı yok, ancak şunu söyleyebiliriz ki, Eskiçağ’daki doğa araştırmaları felsefenin bir alt kolu olarak ortaya çıkmakla modern bilimi meydana getiren tarihsel sürecin en önemli safhasını oluşturmuştur, zira bilginin sadece bilginin kendisi için aranmasını istemek, kısmen dinsel olsun ya da olmasın insanoğlu için önemli bir kırılmadır. Şahsen düşünce dünyası bu yeryüzü ve zaman dilimiyle sınırlı olan insanoğlunu Ay’a taşıyıp Mars’a robot yollayan modern bilimin bu kırılmaya dayandığını ısrarla vurgulamak taraftarıyım.
“Seneca’nın Doğa Araştırmaları’nı neden okumalıyız?” sorusuna birçok yanıt verilebilir, ancak öncelikle yukarıda söylediklerime binaen eserin kısmî doksografik yapısına dikkat çekmek isterim. Seneca yöntem olarak farklı filozof ve felsefe okullarının belli doğa olaylarına (genel itibariyle meteorlar, haleler, gökkuşağı, yıldırımlar, gök gürültüleri, şimşekler, su kaynakları, dolu, kar, rüzgârlar, depremler ve kuyrukluyıldızlar) ilişkin görüşlerini tek tek aktarıp yorumlar. Bu yorumlama esnasında ortodoks bir Stoacı gibi davranmayıp eleştirel davranır ve yeri geldiğinde Stoacıların açıklamalarıyla alay etmekten geri durmaz. Dolayısıyla bu eseri “Eskiçağ doğa bilimine giriş” metni olarak okumak mümkündür.
Buradan hareketle Seneca’nın güvenilir bir bilgi kaynağı olup olmadığıyla ilgili olan diğer soruyu da olumlu bir şekilde yanıtlayabiliriz. Metin boyunca başka Eskiçağ fragmanlarındaki ya da bizzat filozofların günümüze ulaşan eserlerindeki aktarımlarla çelişen, hatalı anlatım neredeyse yok gibidir. Seneca’nın aktarım dilindeki özgüvenden ve kesinlikten Aristoteles, Theophrastus ve Posidonius gibi filozofların kitaplarını okuduğu ve bu konularda derinlemesine araştırma yaptığı anlaşılır.
Bu eser Stoa felsefesi bağlamında da okunmalıdır. Bu felsefe ekolünü inceleyen biri kaçınılmaz olarak Seneca’nın metinleriyle karşılaşır, zira Seneca metinleri günümüze en fazla ulaşmış olan Stoacıdır. Doğa Stoa felsefesinde merkezî bir yere sahiptir, secundum naturam yani “doğaya göre” ifadesi insanın kendisine doğayı örnek alması gerektiğini gösterir. İnsan bütün değer yargılarını doğaya bakarak oluşturabilir ve tek bir noktada buluşturabilir. Peki, doğa ile kast edilen nedir? Seneca ortodoks bir Stoacı gibi doğada rerum omnium certus ordo yani “her şeydeki şaşmaz düzeni” görür. Doğayı farklı unsurlardan oluşan bir yığın olarak düşünürsek, bu yığınların birbiriyle çatışması doğanın kendisini ortadan kaldırırdı, oysa tam tersidir: Stoacılar doğadaki her şeyin birbiriyle uyumlu olduğunu ve herbir şeyin başka bir şeye aklî bir neden-sonuç ilişkisiyle bağlandığını düşünmüştür. Bu düşünceye göre bütün nedenler birbirine ve hepsi bir bütün olarak bir üst nedene bağlıdır, bu neden tekil bir varlık olan Tanrı’yla eşitlenir. “Nedir Tanrı? Evrenin zihni. Nedir Tanrı? Gördüğün ve göremediğin her şey.” Seneca böyle anlatıyor Tanrı’yı eserin birinci kitabının hemen başında. Dolayısıyla insan için Tanrı’yı aramak, doğadaki uyumu aramak demektir, bunun için de doğadaki nesne ve olayların nasıl oluştuğunu, nasıl eylem halinde olduğunu incelemesi gerekir, bu tanrısal bir görevdir.
Seneca’ya göre tanrısal nitelikli bu doğa araştırması “içinde mahkûm olduğumuz zulmeti aşarak karanlıktan çıkmamızı sağlayan ışık kaynağına taşır.” Stoacıların tümünde bulunan bu anlayış kaçınılmaz olarak ruhçuluk düşüncesini doğurur, zira insan ruhunun ahlakî gerekleri yerine getirip doğanın gerçek bilgisine eriştiğinde evrensel akılla eşitleneceği öngörülür: Buna göre ruh bedenin zıddıdır, evrensel aklın doğayı yönetmesi gibi, insan aklı yani ruh da bedeni yönetir, o halde bedenin değil ruhun ihtiyaçlarını gidermek gerekir. Varılan bu hedefin adı ise, Stoa terminolojisinde “bilgelik”tir. Bilgelik Stoacılara göre bedenin bitmek tükenmek bilmeyen aşırılıklarını görmezden gelip ruhsal gelişim sağlamaktır, başka deyişle ruh dinginliğidir.
Seneca bu amaçla Doğa Araştırmaları’nda sadece doğa olaylarına ilişkin “bilimsel” bilgi aktarmakla kalmaz, aynı zamanda yeri geldikçe ahlakî ve hatta siyasî eleştiriler yapar, insanların dünyevî açlığını yerer ve bunun hem bireysel, hem de toplumsal olarak önü alınamaz bir yıkıma neden olacağını öngörür. Örneğin doğadaki yansımalar konusunu inceledikten sonra Romalı zenginlerden Hostius Quadra’nın aynalarla kurduğu cinsel şehvet odasından bahsederek, bedensel açlığın ne gibi kötülüklere neden olabileceğini göstermiş olur. Dolu ve karın oluşum nedenlerinden bahsederken de, dönemin Roma’sındaki kötü beslenme alışkanlığını eleştirme fırsatını yakalar, insanların midelerindeki yanmayı bastırmak için nasıl kar yediklerini ve bu alışkanlığın bazı uyanıklarca nasıl ticarî bir girişime dönüştüğünü anlatır. Rüzgârların oluşum nedenlerini irdeledikten sonra da insanların yaptıkları gemiler yoluyla uzak topraklardaki insanları ele geçirmeye gitmesini eleştirip Tanrı’nın rüzgârları bu tür savaş gemilerini yürütsün diye yollamadığını anlatır. Bu tür örnekler bazı klasik filologlara Seneca’nın teknoloji karşıtı olduğunu düşündürmüştür. Bununla birlikte kadim din ve öğretilerde bulunan kıyamet teorisinin bir benzeri olan ἐκπύρωσις yani “büyük yangın” teorisi de burada ahlaken bozulmuş insanoğlunun, Tanrı eliyle yıkımını anlatır. En nihayetinde denebilir ki, Doğa Araştırmaları Stoa felsefesinin doğa temelli ahlak anlayışının sergilendiği bir metin olarak görülebilir. Eser bu yapısıyla biriciktir, ne Eskiçağ’da, ne de daha sonraki dönemde bir benzeri vardır.
Kitabı Latince aslından çevirdiniz. Seneca’nın kullandığı dili diğer Latin yazarları ile karşılaştırırsak nasıl tanımlarsınız?
Seneca uzun ve karmaşık cümlelerden oluşmayan, kolay anlaşılır bir dile sahiptir. Sadece Eskiçağ değil, aynı zamanda Rönesans Latincesiyle uğraşan biri olarak söyleyebilirim ki, Seneca’nın metinlerinde karşılaştığım kısa, vurucu, aforizmik ifadeleri başka bir yazarda görmedim. Bu Doğa Araştırmaları’nda da böyledir. Daha önce bahsettiğim “Tanrı nedir?” sorusuna verilen cevaplar bunun bir örneğidir, Tanrı’nın farklı şekilde isimlendirilmesine, örneğin ona Kader (fatum) ya da evrenin zihni (mens universi) denmesine değinirken, soru cevap şeklinde basit cümleler kurar. Quintilianus eğitim ve Latin edebiyatı üzerine yazdığı eserinde Seneca’nın eserlerinin dönemin Romalılarınca çok okunduğunu söyler. Belki de bu üslubunun çok okunmasında etkisi büyüktür. Felsefî yöneliminin de etkisi olabilir, zira P. Hadot’nun ısrarla belirttiği gibi, Epicurusçuluk gibi Stoacılık da kalabalık kitlelere ulaşmak konusunda zorluk çekmemiştir. Bunun iki nedeni vardır: Birincisi iki okulun da öğretileri kolayca uyulacak basit ilkelere ve nasihatlere dayanır, ikincisi ise Academia ve Kuşkuculuk okulunda görülen daimî sorgulama ve zorlu mantık egzersizlerinin veyahut Kiniklerin toplumdan soyutlanmayı ve adeta bir sokak hayvanı gibi yaşamayı öğütleyen ilkelerinin yokluğudur. Her ne kadar Seneca bir Stoacı olarak bilinse de, bilhassa Ahlak Mektupları’nda birçok defa Epicurus’tan alıntılar yapar ve onu över, dolayısıyla onda Epicurusçu felsefedeki hazcı mutluluk anlayışının izlerini görmek de mümkündür.
Demem o ki, nasihatlerinin anlaşılmasını bekleyen bir bilge tavrı vardır Seneca’da, mutluluğun felsefesine yoğunlaşmıştır. Ahlak Mektupları’nın birinde de bunun yani mutluluğun felsefesini yapmanın Yunancadan çok Latinceye yakıştığını söyler, ona göre anlaşlabilirliği ortadan kaldıracak kadar karmaşık hale getirilmiş dil filozoflara yakışmaz (oratio sollicita philosophum non decet) ve zaten dilin belli bir anlatım kuralı da yoktur (oratio certam regulam non habet), stil dayatmak yanlıştır, zira anlaşılabilirlik esastır. Peki, kim tarafından anlaşılmak? Seneca’nın neredeyse bütün felsefe metinleri, Doğa Araştırmaları dahil, belli kişilere adanmıştır. Cicero’nun metinleri de öyledir, ancak Seneca Cicero’dan farklı olarak karşısındaki kişiyle –kendi deyimiyle- kendi kendine konuşur gibi konuşur, belki de ondaki tek anlatım kuralı ya da stilin bu olduğunu söylemeliyiz: Kendi kendine konuşur gibi, insan kendisini nasıl kolayca anlarsa, öyle yazmak. Bu noktada Seneca’dan sonra yaşamış olan Stoacı imparator Marcus Aurelius’un Kendime Düşünceler başlıklı metnini de hatırlayabiliriz.
Latinceden Türkçeye çeviri yaparken nasıl bir zorlukla karşılaşıyor insan? Böyle bir durumda metnin çevrildiği diğer dillerden yardım alınıyor mu?
Başkalarından duyduğum başka şeyler var ama bu noktada kendi kişisel deneyimimi aktarmam daha doğru olacak. Öncelikle belirtmeliyim ki, ben çevirmen değil, bir filoloğum. Dolayısıyla metinle olan ilişkim temelde onun Türkçeye kazandırılmasından ziyade daha önce de söylediğim gibi, yazarın yaratım aşamasını, içinde yetiştiği kültür ortamıyla birlikte kavramaya dayanıyor. Metni çözümlerken, büyük bir medeniyeti anlamaya çalışıyorum.
Latincenin ve dolayısıyla akademik çalışmalarımın bir şekilde nüfuz etmediği bir günüm bile yok, bu benim hayatımın bir parçası. Çeviri ve çalışma esnasında işimi kolaylaştıracak dijital alet ve materyaller kullanıyorum: Çalışma masasında Bilgisayar, tablet ve programlar açık oluyor, bu aletlerde yığınla sözlük ve doküman kullanıyorum. Uğraştığımız metinler eski olduğundan, bilhassa Google Books ve Archive.org gibi yasal mecralardan farklı edisyonlara erişebiliyoruz, bu önemli zira bu eserlerin en eskisi on beşinci ve on altıncı yüzyıla ait olan yorumlu edisyonlarına kitap olarak erişmek neredeyse imkânsızken, dijital ortam ama özellikle de Google Books tam erişim imkânı sağlıyor. Latince metin üzerine yapılmış Latince yorumlu edisyonlardan en eski çevirilere kadar ulaştığım bütün kitapları yasal olarak indiriyorum. Böylece kaynak sorunu olmuyor. Bu aynı zamanda ikinci soruya da bir yanıt. Zira elbette diğer dillere yapılmış çevirilerden yardım alıyorum, bir metin üzerinde çok uzun süre çalışmışsam, ki Doğa Araştırmaları böyledir, hangi çeviride hangi tercihler olduğunu ezbere bilir hale geliyorum. Bu da metin üzerine yapılmış yorumlardaki eğilimleri kavramak anlamına geliyor. Bazen metni çevirmiş olan kişilerle irtibat kurup fikir alışverişi yaptığım da oluyor. Örneğin Prof. Harry M. Hine ile Doğa Araştırmaları üzerine bir söyleşi yapmış ve söyleşiyi Kutadgubilig. Felsefe-Bilim dergisinde yayınlamıştım. O vakit henüz çevirisi yayınlanmamışsa da, benimle paylaşmış ve tam anlayamadığım bir iki cümleyi bana email üzerinden açıklamıştı. Bu da iyi bir deneyimdi, imkânı olan herkesin bu tür diyaloglara girmesi lazım.
Bu noktada şu hususun da altını çizmek lazım: Genelde Yunanca ya da Latinceden yapılan çeviriler çevirmen işi değildir, klasik filologlar ya da bu dilleri bilen felsefeciler bu işe girişir. Kendimden ve üniversitedeki tanıdıklarımdan da bildiğim üzere genelde çevrilecek olan metni yayınevi değil filolog belirler, zira üzerine çalışmaktadır, benim yüksek lisans tezimde Doğa Araştırmaları üzerinde çalışmam gibi.
Doğa Araştırmaları’ndaki en sevdiğiniz ya da size en ilginç gelen bölüm/konu hangisidir?
Tez konum olduğu için daha dikkatli irdelediğim bir eser bu, dolayısıyla her paragrafında etkileyici bir şey bulabilirim. Şimdi düşününce de birçok şey geldi aklıma. Ancak gerek Yeditepe Üniversitesi’nde, gerekse Doğa Koleji’nde verdiğim derslerde yeri gelince Seneca’nın rasyonel Tanrı algısından muhakkak söz ederim, demek beni çok etkilemiş. Seneca’nın baş tanrı Iuppiter’in yıldırım fırlatmadığını kanıtlamaya çalışması ve bu tür korkutucu imajların eski bilgeler tarafından kötülük yapma potansiyeli olan insanları dizginlemek için uydurulduğunu söylemesi bana inanışların tarihine ilişkin birçok şey düşündürüyor, şüphesiz okuyucular da bundan nasibini alacaktır.
Deprem ve yıldırım, gök gürültüsü ve şimşek gibi doğa olayları olduğunda da Seneca’nın bu olaylar üzerinden sunduğu teselli gelir aklıma.
Yine bu dönem üzerinde çalıştığım bir konu var, Seneca’nın burada rüzgâr konusu üzerinden geliştirdiği anti-militarist söylem, sadece Roma emperyalizmine değil, genel olarak yayılmacı, hegemonik düşünce tarzına getirdiği eleştiri beni etkilemiştir; bana neredeyse iki bin seneyi aşarak günümüze kadar gelen güncel bir serzenişmiş gibi geliyor, hatta bir derste Mars’a koloni kurma konusuyla ilgili olarak bu satırları hatırlatmıştım.
Bu tür unutamadığım çok şey var metinde, umarım ömür boyunca hatırlayabilecek kadar sağlam bir belleğim olur. Şimdi düşününce “yenilmez olabilirsek de, sarsılmaz olamayız” deyişi de aklıma geldi, sanırım yıldırımlarla ilgili bölümde geçiyordu. Nedense Hemingway’in çok sevdiğim The Old Man and the Sea (Yaşlı Adam ve Deniz) romanını hatırlatıyor, belki orada da benzer bir deyiş vardır ya da öyküsü çağrışım yapıyor, bilemedim.