KİTAPLAR
Mektupların Romanı
Mihail Şişkin
“Bugüne kadar başından geçenlerin sözcüklerle anlatılabileceği fikrine kapılırsan, bil ki başından hiçbir şey geçmemiş demektir.”
Vovka, bir mektubunda böyle seslenir Saşenka’sına. Kelimelerin yetersizliğinden bahseder. Ne var ki, elinde kâğıt ve kalemden başka bir şey yoktur. Kendi hayatı ile “hayat” arasında açılan uçurumu mektuplarla aşmaya çalışır. Tıpkı, sevgilisi gibi…
Vovka, savaşın ortasından, Çin’in kuzeyindeki cephelerden yazar. Onun biricik Saşenka’sıysa uzaktan bakıldığında sıradan görünen -fakat hiç de öyle olmayan- hayatını ve kendi yaşam savaşını anlatır. Birbirlerinden uzak iki insan, kendilerinden ve geçmişlerinden bahsettikçe, aslında bilinçlerinin üzerindeki tülü de kaldırırlar yavaş yavaş. Fakat araya yalnızca savaş ve ayrılık değil, yerinden çıkmış zaman da girer.
Hayal gücünden başka hiçbir güçleri kalmayan iki âşığın, her biri kurgu harikası olan mektupları, devasa bir romanı satır satır örerler böylece.
Rusya'nın en önemli üç edebiyat ödülüne de layık görülen tek yazar olan Mihail Şişkin, büyük bir edebiyat geleneğini, benzersiz bir hayal gücüyle ve kendisine has yeniliklerle buluşturuyor.
Mektupların Romanı’nı Erdem Erinç, Rusça aslından çevirdi.
Kapak tasarım: David Drummond
KİTAPTAN ALINTI
●
"...
Her şey bir ısı ve ışık pıhtısıydı.
Bilim insanlarının söylediğine göre kadar. Hani şu eski bilmecedeki gibi, kapısı penceresi olmayan ve tıka basa insanla dolu kalabalık odalar gibiydi, biz ise onun içindeki çekirdeklerdik. Her biri erişkin bir hale geldiğinde, şişerek içten içe kendisini bırakıverdi.
İlk karpuz çatladı.
Tohumlar etrafa dağılıp filiz verdiler.
Çekirdeklerden biri sürgün verdi ve bizim ağacımız oldu, dallarının gölgesi pencere boyunca sallanıp duruyor işte. Bir diğeri, erkek olmak isteyen bir kız çocuğunun hatırası oldu: Çocukluğunda katıldığı maskeli baloda Çizmeli Kedi gibi giydirmişlerdi onu, etraftaki herkes kuyruğunu çekmeye çalışmıştı ve sonunda da koparmışlardı. Elinde kuyruğuyla dolaşmak zorunda kalmıştı. Üçüncü çekirdek uzun yıllar önce toprağa düşmüştü. Sırtını kaşımamdan hoşlanan ve yalanlardan nefret eden bir delikanlıya dönüştü: Hele hele, ölümün olmadığını, kâğıda dökülmüş sözcüklerin ölümsüzlüğe götüren tramvaylar olduğu yalanından nefret eden bir delikanlıya. Druid takvimine* göre Havuç burcundaydı.
Günlüğünü ve el yazmalarını yakmadan önce, yüz kızartacak kadar gülünç son cümlesini yazdı: “Lütuf beni terk etti.” Ellerimden koparırcasına aldığı ana dek bu defteri okumayı başarmıştım.
Ateşin başında durmuştuk. Sıcak yüzünden parmaklarımızın şeffaflaşan, kızaran derisinin altından görünen kemiklerin baka baka yüzümüze götürmüştük avuçlarımızı.
Yukarıdan kül parçaları düşmüştü; sıcak, yanık sayfalar.
Neredeyse unutuyordum, her şey tekrar bir noktaya
toplanacak. Havuç Vovka, neredesin şimdi?
Ve ne anlama geliyor tüm bunlar?
Aptal Yuliya çabalayıp duruyor, ona mektup gönderiyor. Ama taş kalpli Saint-Preux küçük, şakacı mektuplarıyla, bazen de kafiyelerini “güleç” ve “İsveç”, “mühimmat” ve “süblimat”,
“boklu hela” ve “gülen Mona Lisa” (bu arada, neye güldüğünü anlayabildin mi, ben galiba anladım), “sağrı” ve “tanrı”dan ördüğü şiirleriyle başından savıyor onu.
Canım sevgilim!
Neden yaptın ki bunu?
■
Sadece kendime bir savaş bulmak kaldı. Ama bir taraftan, seçime gerek kalmadığı da çok açık. Fazla fazla, yenilmek bilmeyen vatanda bu halttan herkese yetecek kadar var. Dost hükümdarlıklar da, daha gazetenin ilk sayfasını çeviremeden gözümüze sokuyorlar süngüleriyle sarstıkları çocukları, tecavüz ettikleri yaşlı kadınları. Ama her nedense masum olduğu halde bahriyeli üniformasıyla katledilmiş veliahda içleniyoruz. Kadınlar, yaşlılar ve çocuklar alışkanlık üzere yanı başımızdan kayıp geçiyorlar, ama bahriyeli üniforması öyle mi?
Boş gezenin en boş kalfası, çan kulelerinin üzerinde yağmur bulutları, vatan seni çağırıyor. Askere alma bürosundan da çağırıyordu: Herkese bir Austerlitz gerek!
Gerçekten de öyle.
Sağlık heyetindeki askerî hekim -yumru yumru, kocaman, kel kafalı- dikkatlice gözlerime baktı. Dedi ki: “Herkesten şüpheleniyorsun. Biliyor musun, ben de böyleydim. Ben de tam senin yaşlarındaydım hastanede ilk stajımı yaptığımda. Bir keresinde araba çarpmış bir evsizi getirmişlerdi. Henüz yaşıyordu ama sağlam yaralanmıştı. Öyle özel bir ilgi gösterdiğimizi söyleyemem. Yaşlı adamın kimseye hayrı yoktu, onu arayıp soran da olmayacaktı. Leş gibi bir koku, pislik, bitler, irin. Uzun lafın kısası, etrafa bir şey bulaştırmasın diye tuttuk bir köşeye kaldırdık. Ne de olsa gidici artık. Bense sonradan ortalığı toplamak, yıkamak ve cesedi morga göndermekle görevlendirildim. Herkes gitti, beni bir başıma bıraktılar. Sigara içmeye çıktım ve düşündüm: Neme gerek tüm bunlar? Neyim ki bu yaşlı adam benim? Kime ne hayrı var bu adamın? Bunlar gelip geçti aklımdan sigara içerken. Kanı, iltihabı temizliyorum temizlendiği kadar, bir an önce buzluğa göndermek üzere. Sonra bir düşüncedir aldı, belki de birilerinin babasıdır. Sıcak su dolu bir tas getirdim, baştan ayağa silmeye başladım. Ceset yaşlı, bir kenara atılmış, acınası. Yıllarca kimse okşamamış onu. Şimdi ise ben ayaklarını, korkunç, kıvrık parmaklarını yıkıyorum, tırnağı falan da kalmamış neredeyse, hepsini mantar yemiş. Süngerle vücudundaki ve yüzündeki tüm yaraları siliyorum ve sessizce onunla konuşuyorum: Ee, babalık, ağır mı geldi sana hayat? Kolay değil elbette seni kimsenin sevmemesi. Senin yaşında, sahipsiz köpekler gibi sokakta yaşamak nasıl bir şey? Ama bitti şimdi her şey.
Dinlen artık! Şimdi her şey yolunda. Ne bir yerin ağrıyor ne de biri seni kışkışlıyor. Öylece yıkadım ve konuştum onunla. Bu ona ölümde yardımcı oldu mu, bilemem, ama bana yaşamda çok yardımcı oldu.
Saşenka’m benim!"