Kalan
Tom McCarthy
“Ben hep sahici olmayan biri olmuştum. Kazadan önce bile Robert de Niro gibi sokakta yürüyor olsam, sigaramı onun gibi yaksam ve hatta ilk denemede yakmayı başarsam, yine de şöyle düşünürdüm: İşte ben, tıpkı bir film karakteri gibi bir yandan sokakta yürürken bir yandan da sigara içiyorum. Anlatabildim mi? İkinci el. Filmdeki insanlar bunu düşünmüyor. Onlar sadece işlerini yapıyorlar, gerçek olanı, hiçbir şey düşünmüyorlar. Kazadan sonra iyileşirken, hareket etmeyi ve yürümeyi öğrenirken, hareket edebilmek için anlamaya çalışırken… Bütün bunlar zaten daha önce de olmuş olduğum şeyden daha fazlasını olmama neden oldu, yaptığım şeylerle arama başka bir mesafe katmanı daha ekledi.”
Kalan’ın isimsiz anlatıcısının başına gelen kazanın ne olduğunu bilmiyoruz, ama sonuçlarından haberdarız: Hafıza kaybı yaşıyor, daha sonra geri kazanmayı başarabildiği hatıralarının düzeni değişiyor ve en basit gündelik hareketleri bile yeniden öğrenmesi gerekiyor. Bir havucu tutup ağzına götürebilmeyi veya yürümeyi yeniden öğreniyor örneğin. İnsani eylemler üzerine uzun uzun düşünüyor böylece. Kazandığı yüklü tazminat sayesinde daha çok kendisi olduğu anları tekrar kurmaya çalışıyor.
Tom McCarthy, yaşarken üzerinde hiç düşünme gereği duymadığımız, akıp gittiklerinin farkında bile olmadığımız o sahici anların üzerine gidiyor: Yaşamdan bazı “kare”leri çekip alıyor, onları mercek altında büyütüyor, tekrar tekrar oynatıyor ve tüm bunlardan akıcı bir roman çıkarıyor.
İngiltere’nin son yıllarda çıkardığı en ilginç yazarlardan Tom McCarthy’ye edebî şöhretini kazandıran romanı Kalan’ı, Çiğdem Erkal İpek çevirdi.
“Bu sersemletici derecede müthiş roman, kurgusal konuların en seyrek görüleni hakkında: Mutluluk.”
Jonathan Lethem
Kapak tasarım: Gray318
- Elif Bereketli, “Romanın Geleceği: Kalan”, Yeni Yüzyıl, 19.12.2015: http://xn--yeniyzyl-b6a64c.com.tr/makale/romanin-gelecegi-kalan-544
Bu kitabı neden yayımladık?
Bu benzersiz romanı yayımlamamızın ilk nedeni (Her ne kadar bu açıklama, romanı okuyanlar için tuhaf kaçabilecekse de) galiba şu: İnsan cennette, sonsuz bir mutluluk içinde yaşayabilir mi? Cennetten kasıt, hiçbir şeye ihtiyaç duymadan ve istediğin her şeye istediğin kadar sahip olabildiğin, yaşadığın sonsuz mutlu bir yaşam. Kalan’ın isimsiz anlatıcısı/baş karakteri bir şekilde bu dünyada cennet imkânlarına kavuşsa da hep bir şeylerin “eksiklik”ini yaşıyor ve bunun ne olduğunu öğrenmek için akıl almaz “proje”lere girişiyor. Burada asıl nokta, öykünün gerçeklikten kopmadan bizi bir insanın, böyle şeyler -her ne kadar akıl almaz, sinir bozucu olsa da- yapabileceğine inandırması. İnanıyoruz çünkü biz de çoğunlukla istediğimiz bir şeyi ele geçirince aslında özlemini duyduğumuz şeyin biraz daha öteye geçtiğini anlamış oluyoruz. Ve hemen yeni “proje”ye başlıyoruz. Onu ele geçirmek için son gördüğümüz yeri ve zamanı -hülyasını, gölgesini, elimizde kalanı- tüm gücümüzle “yeniden canlandırma”ya çalışıyoruz. Ta ki bu yeniden canlandırma yaratılıp ölünceye kadar hazzını yaşıyoruz onu. Sonra da yeniden canlandırmanın yeniden canlandırması, sonra yeniden… “Evet, işte bu,” dediğimiz anda başlıyor susuzluğumuz.