KİTAPLAR
Nadja
André Breton
“Kimim ben?”
Birçok şeyin yanında, en temelde bir arayışın romanı olan Nadja bu unutulmaz soruyla başlıyor. André Breton, Paris sokaklarında, gerçekle düş arasında gidip gelen, bir görünüp bir kaybolan ve hep biraz eksik görünen nadide bir “umut” kıvılcımını arıyor. Yazar, bu kıvılcımın görünür olduğu anlarda, ezoterik bir aşkın yoğun melankolisine kapılmaya ve en mahrem hallerini bir günce berraklığıyla ortaya sermeye, böylece kendi benliğinin en karanlık köşelerini aydınlatmaya başlıyor. Bu açıklık, arayışının belki de en can alıcı kısmını oluşturuyor.
Nadja, gündelik hayata dair olguların gerçeküstü algılanışını sunmakla kalmıyor; gerçeküstücülüğün estetik bir kaygıdan daha fazlası, hatta politik tavrı ve varoluşsal sorgulamasıyla ne denli yaşamsal bir mesele olduğunu da gösteriyor.
Gerçeküstücülüğün kurucu metni Nadja, İsmet Birkan’ın Fransızca aslından çevirisiyle...
KİTAPTAN ALINTI
Bana adını söylüyor, kendisine seçtiği adı: «Nadja, çünkü bu Rusçada “umut” kelimesinin başıdır; çünkü her şeyin başındayım.» Bu arada bana kim olduğumu (bu kelimelerin en dar anlamıyla) sormayı da akıl ediyor. Söylüyorum. Sonra yine kendi geçmişine dönüyor, babasından, annesinden söz ediyor. Özellikle babasını anınca yüreği yumuşuyor: «O kadar zayıf bir adam ki!.. Bilseniz her zaman ne kadar zayıftı… Gençliğinde, bir düşünün, bir dediği iki edilmemiş. Ana babası çok iyi, varlıklı… Henüz otomobil yokmuş o sıralar ama güzel bir faytonları varmış, arabacısı da… Onunla birlikte her şey çabucak eriyip gitti, nasıl diyeyim… Onu öyle seviyorum ki… Ne zaman onu düşünsem, ne denli zayıf olduğunu söylesem içimden… Anne ise, oh, hiç aynı şey değil. Kendi halinde bir kadın, işte o kadar. Amiyane tabirle bir ev kadını —hizmetçi bir kadın. Kesinlikle babama gereken kadın değil. Evimizde elbette her şey tertemiz ve yerli yerindeydi ama o, babam, önlüğüyle eve döndüğünde onu görmek için yaratılmamıştı. Servisi yapılmış ya da tam servis zamanı gelmiş hazır bir sofra buluyordu gerçi, ama (ironik bir iştah ifadesi ve tuhaf bir jestle) mükellef bir sofra denen şeyi bulamıyordu. Annem, onu da severim ben, dünyayı verseler onu üzmek istemem. Örneğin, Paris’e geldiğimde, elimde Vaugirard Rahibeleri için bir tavsiye mektubu olduğunu biliyordu. Tabii bunu asla kullanmadım. Fakat ne zaman ona yazsam mektubumu şu sözlerle bitiriyorum: “Yakında seni görmeyi umuyorum”, ve ilave ediyorum: “Tanrı isterse, Hemşire …’nin dediği gibi”, buraya herhangi bir ad yazıyorum. Ama o, kim bilir ne kadar memnun oluyordur bunu okuyunca... Ondan aldığım mektuplarda benim için en dokunaklı yer, karşılığında mektubun tüm geri kalanını verebileceğim parçası, haşiyesi… Gerçekten de her defasında şöyle bir post-scriptum ilave etmek ihtiyacı duyuyor: “Doğrusu Paris’te ne yapıyor olabileceğini pek anlamıyorum.” Zavallı anneciğim, bir bilseydi!..»