Bu Bir Günlük Değildir

Zygmunt Bauman

Perdeyi yırtmak, hayatı anlamak... Bunun anlamı ne? Biz, insanlar, iyinin ve kötünün, güzelin ve çirkinin, gerçeğin ve yalanın birbirlerinden kesin bir şekilde ayrıldığı ve asla bir diğerine karışmadığı, böylece şeylerin nasıl olduğundan, nereye gidebileceğimizden ve nasıl ilerleyebileceğimizden emin olduğumuz sıradan, temiz ve saydam bir dünyayı tercih ediyoruz; çaba gerektiren bir anlayış olmadan hükümlere ulaşmayı ve kararlar almayı hayal ediyoruz. İşte bizim bu hayalimizden ideolojiler doğdu. Görüşümüzü kapatan o kalın perdeler... Bizim bu etkisizleştirici eğilimimize Étienne de la Boétie ‘gönüllü kölelik’ adını verdi. Cervantes bizim bu tür bir kölelikten çıkmamızı istiyordu; dünyanın tümüyle çıplak, rahatsız, ancak özgürleştirici gerçekliğini sunarak: anlam çokluğu gerçekliğini ve onarılamaz mutlak gerçekler açığını. Bu tür bir dünyada, kesin olan tek şeyin hiçbir şeyin kesin olmaması olduğu bir dünyada, tekrar tekrar ve sonuç almaksızın kendimizi ve birbirimizi anlamaya, iletişim kurmaya ve birbirimiz ile ve birbirimiz için yaşamaya çalışacağız.”

Bu Bir Günlük Değildir, her ne kadar ismi aksini iddia etse de, bir günlük: Bazen bir pipo ne kadar pipo ise veya Bauman’ın seksen beş yaşından sonra tutmaya başladığı bir “günlük” ne kadar “günlük” olabilirse...

Aynı zamanda güncel: Bir sosyolog olarak Facebook, sanal gerçeklik, öğrenci hareketleri gibi konularda düşünen Bauman, filozof derinliği ve arşivci dikkatiyle güncelden tarihe de uzanıyor.

Yine de bu günlük, hiçbir şekilde gündelik değil… İnsanoğlunun temel dertlerinin bugünlerdeki görünümlerine yoğunlaşırken bile dertlerin kendisini ıskalamıyor. Yargı vermeye yaklaştığında şöyle bir durup “Ama hemen sonuç çıkarmayalım ve kolay değerlendirmelerin cazibesine direnelim,” diyen Zygmunt Bauman, elliden fazla başlık altında, kendi düşüncelerinin de bir özetini sunuyor.

KİTAPTAN ALINTI

1 Ocak 2011
Dirilen Tarih Meleği üzerine…

“Angelus Novus dalıp seyrettiği bir şeyden uzaklaşmak üzereymiş gibi duran bir meleği anlatır. Gözleri dik dik bakıyor, ağzı aralık, kanatları iki yana açılmış. Tarih Meleği bu şekilde betimlenir. Yüzü geçmişe dönüktür. Bizim olaylar zinciri olarak gördüğümüzü, o üst üste binmiş yıkıntılardan oluşan tek bir felaket olarak görür ve onu ayaklarının önüne fırlatır. Melek, kalıp ölüleri uyandırmak ister ve kırılıp dökülenleri bütün hâline getirmeyi. Ancak cennetten gelen bir rüzgâr esmektedir; kanatları bu rüzgâra öyle kapılmıştır ki artık onları kapatamaz. Önündeki yıkıntı gökyüzüne doğru büyürken fırtına onu sırtını döndüğü geleceğe karşı koyamadığı bir şekilde savurur. Bu fırtına bizim gelişme dediğimiz şeydir.”
Walter Benjamin

Walter Benjamin, Paul Klee’nin çizimine bakıp yazmış bunları. Bu çizimden sızan önermelerden ilham alan Benjamin “tarihsel gelişim”e tapınanların, ihtiram edenlerin, saray şairlerin, dalkavukların ve yolcuların inancını, daha büyük bir mutluluğun planları, hayalleri ve umutlarının çekip yürüttüğü bu hareket hâlindeki tarih temsilini alaşağı ediyor. Benjamin aydınlık bir geleceğin bizi ileriye doğru çekmediği, ancak geçmişin karanlık korkularıyla itilip kovalandığımız ve koşmaya zorlandığımız konusunda ısrar ediyor. Benjamin’in en özgün keşfi “gelişim”i her zaman ve hâlâ "…-e doğru" bir hareketten ziyade "-den kaçış" olduğunu söylemesi.

Ancak Benjamin/Klee’nin Tarih Meleği’nin, tıpkı onu geleceğe savuran fırtına gibi, dilsiz olduğuna dikkat edelim. Benjamin/Klee alegorisi kelimelerden ziyade olayların yerini tutuyor; insanların, tarihin gönülsüz faillerinin ve kurbanlarının koşarkenki yaşama sebepleriyle ilgili değil, onlara olanlarla ilgili. Benjamin kendini “tarihsel materyalist” ilan etmişti. Zamanının baskın görüşüne uygun olarak tarihin yasalarına inanıyordu (modernler için ve onlar tarafından hazırlanan yasaların ve kutsal amacın ve takdiri ilahinin açtığı boşluğu doldurması umut ediliyordu) ve aynı şekilde yaygın olan ve gelmekte olan modern devleti kurma ve düzenleme hırsının “doğal” ve zaruri sonucu olarak tarihsel belirlenimcilik inancını paylaşıyordu.

Ancak insanın tasarımlarını düzenleyen süperinsan gücü olarak “tarih” düşüncesi dâhil olmak üzere tüm bu inançlar, inanılırlığını ve aşikâr olma özelliklerini tarihin “materyal tabanı”nın zayıflaması ile kaybettiler: kendine güvenen ve (en azından niyet olarak) mutlak güç sahibi, girişken, sonsuz hırslı ve tektanrıcı Tanrı tavrıyla şu anki ve potansiyel rakiplerini kıskanan o gelmekte olan devleti. Şimdiki devletler devletin tekel altına almaya çalıştığı her şeyi -Benjamin’in ölüm ilanında anımsatıldığı ve “Tarih Meleği” maskesi altında hâlâ canlı olduğu günlerdeki gibi- ihale etme, fason yaptırma, taşerona verme ve yan şirketlere vermeye ve idaresini yürütmeye kararlı (“sosyal devlet”in kaybolması
ayrılışının sökülmez yüzlerinden sadece biri).

Bugünlerde olup bitene uygun bir alegori arıyor olsaydık, biricik Tarih Meleği’ni bir kenara bırakıp onun
yerine bir yığın “Biyografi Meleği” koymamız gerekirdi. Bir yalnızlık düşkünü yığını olduğumuzu, sırtımızı döndüğümüz geleceğe doğru itildiğimizi ve diğer yandan önümüzdeki yıkıntının gökyüzüne doğru çıktığını (alt üst olmuş umutlarımız, boşa çıkmış beklentilerimiz ve kaybolan şanslarımızı) itiraf etmemiz gerekirdi. Hepimiz Anthony Giddens’ın “yaşam politikası” adını verdiği şeyle cezalandırıldık: mücadele edip aynı zamanda yasama, yürütme ve yargı gücü kendimizdeymiş gibi davrandık. Peter Drucker vakitlice hatırlatmıştı: toplum artık bizi kurtarmayacak. Ulrich Beck’in keskin gözlemlerine göre hepimizin paylaştığı çıkmazlara bireysel çözüm bulmak (ya da temamıza uygun olarak geçmişte kolektif tarihe dayandığı varsayılan bireysel biyografiyi canlandırmak) artık bize kalmış. Artık amaç çalkantılı suları nasıl sakinleştireceğimiz değil (Edgar Allan Poe’nun A Descent into the Maelstrom’undaki [Maelstrom’a İniş] kazazede denizci gibi), bir fıçıyı nereden bulacağımız ya da nasıl çivileyip güzelce yuvarlayacağımız ve bir akıntıdan diğerine atlarken bir şekilde boğulmamayı nasıl başaracağımız.