KİTAPLAR
Neden Hiçbir Şey Yok da Bir Şey Var?
Leszek Kolakowski
Son yüzyılın son filozoflarından Kolakowski ile, soruların yörüngesinde ilginç bir felsefe yolculuğu: Neden Hiçbir Şey Yok da Bir Şey Var?
Leibniz'in meşhur sorusunu kitabına başlık olarak seçen Leszek Kolakowski, felsefe tarihinin otuz büyük ismini mercek altına yatırmaktan daha çok, onlara âdeta bir çiçek dürbününden bakıyor: Her filozofu, felsefe tarihine kazandırdığı sorusu ışığında inceliyor. Sıkı metinler sunuyor, ama okurunu sıkmıyor. Hatta, her filozofun kusursuzmuş gibi görünen felsefi sistemini anlattığı yazılarını sorularla bitiriyor ve böylece okurlarını da felsefi bir sürece davet ediyor.
Kolakowski, özellikle Avrupa'da son zamanların en sevilen felsefe kitaplarından biri haline gelen denemeler toplamına bir uyarıyla başlıyor bu nedenle: Amacım size hap şeklinde bir felsefe tarihi sunmak değil. Bu küçük kitap, çok yoğun bir ders kitabı, ansiklopedi veya sözlük olsun düşüncesiyle hazırlanmadı. Eğer bir öğrenci bu denemeler ışığında bir sınava girmeye kalkarsa hayal kırıklığına uğrayacak ve sınavdan kalacaktır. Felsefeyle ilgili bir sürü iyi ders kitabı, ansiklopedi ve sözlük var ve benim niyetim Platon'u, Descartes'ı ya da Husserl'i "özetlemek" değil, ki bu saçma bir heves olurdu. Bunun yerine, bu büyük filozoflara, her birinin felsefesindeki bir düşünceye -önemli bir düşünceye, felsefi yorumlarının temeli olan ama aynı zamanda bugün hâlâ anlayabildiğimiz bir düşünceye, sadece bir düşünce parçası olmayan fakat içimizi titreten bir düşünceye yoğunlaşarak yaklaşmak istiyorum. Her denemeyi okura yöneltilen sorularla bitirmeye çalışacağım: O filozofun felsefesinden kaynaklanan, hâlâ önemli olan ve hâlâ çözümlenmemiş sorularla.
KİTAPTAN ALINTI
Descartes’ın belki de Tanrı’nın yasasına başkalarından daha fazla bağlanmış -ve bazı adcılar gibi onun da, matematiksel hakikatler dahil her şeyi Tanrı’nın hükmüne inanarak yapmış– olduğu görülse de, sonunda anlaşıldı ki, dünyayı Tanrı’ya referans vermeden de inceleyebiliriz; ve dünyayı incelerken Tanrı’yı nasıl unutabiliyorsak, bedeni incelerken de ruhun ölümsüzlüğünü unutabiliriz.
Bu yüzden Descartes sadece idealizmle değil, aynı zamanda tanrısız materyalizmle ve her şeyi kendi başına söyleyen kibirli akla aşırı güvenmekle de suçlandı. Hem ilahi
Tanrı Kayrası’nı hem de inanç dogmalarını reddettiği söylendi; ve Kilise’ye bağlı sadık bir Hıristiyan olduğu konusunda ara sıra verdiği güvencelere inanılmadı ve bunlara içtenlikten çok ihtiyatlılık atfedildi.
İşte Descartes’ın yazılarının neredeyse her cümlesinin akla getirdiği kafa karıştırıcı birkaç soru:
Kötü niyetli bir demonun bizi gerçekten aldattığını ve gerçek olduğuna inandığımız her şeyin yalnızca bir yanılsama
olduğunu hayal edelim; belki dünya hiç var olmadı ya da belki düşündüğümüzden çok farklı. Bu durum (algılarımızın değişmediğini varsayarsak) bir fark yaratır mı?
Dahası, eğer dünyanın, anılarımızla ve geçmişten kanıt olarak aldığımız her şeyle birlikte, sadece bir dakika önce yaratıldığını farz edersek, bu durum yaşantılarımızda ya da düşünce tarzımızda herhangi bir fark yaratır mı (bu Descartes’ın sorusu değildir, ama onun felsefesini anlamamızda yardımcı olabilir)? Ve bu tür bir varsayımı neden rahatsız edici buluruz?
Varoluşumun varoluş bilincimle aynı şey olduğunu söylemek doğru olur muydu?
Ve son olarak, eğer matematiğe ilişkin hakikatleri Tanrı keyfi olarak emrettiyse, onların doğru olduğunu söylemenin ne anlamı vardır?